6 Aralık 2014 Cumartesi

Merhaba ve Hoşçakal Aralık

Sadece yazmak için yazdığımı belirtmek isterim. Bir mecburiyet gibi. Geriye dönüp bakarsam şayet neden bu yılın son ayında bir şey yazmadım ki diye düşünmemek için. Aslında söylemek istediğim çok şey var ama insan en çok söylemek istediğinde tıkanıyor işte böyle. 2013 yılı benim için o kadar zordu ki 2014'ten çok fazla şey bekledim. Sanki hayatımıza yön veren şey gelecek olan yıllarmış gibi. Ne yaparsın boş bir avuntu işte. "Bu yıl iyi geçecek." her yeni yılın en büyük umudu. Ama verdiği kadar ne çok şeyi de beraberinde götürüyor oysa bu yeni yıllar. Biterken mesela 2014, çevremde ne çok kişi için zaman durdu...

Ara verdim bir yarım saat kadar. Çok şey düştü yağdıma. Kaldığımız yerden devam etmeyelim. Kaldığımız yer beni zamanın içinde sürüklüyor. Zamanın anlamsızca tükenişine ve yeniden başlayıp tekrar tekrar tükenişine götürüyor. Zaman, her şeyi tüketiyor. Sevdiğim ve sevmediğim her şeyi... 

Susalım şimdi en iyisi. Yeni yıldan umudumuzu kesmeden "bu yıl iyi geçecek." diyelim. Umut etmek ne güzel şey, olacak olana karşı baş kaldırı gibi.

Neyse,

İyi geceler Dünya, yeni yaşına az kaldı. Güzel günler için dön. Öperim seni dönencelerinden.


13 Kasım 2014 Perşembe

Yani diyeceğim o ki,

Hiç eksilmedi dilimin ucunda biriken sözler. Hepsi hala bende... Bir ömür misafirim tek tek her biri.

30 Ekim 2014 Perşembe

Zamana inanma!

Zamana inanmıyorum artık. Zamanın aklı yok! Öylece başıboş önüne katıp her şeyi sürüye sürüye gidiyor...

11 Ekim 2014 Cumartesi

Kaçmak için değil kendine varmak için, GİTMEK...

İçimde bir türlü çözemediğim beni kemiren, yiyip bitiren o kadar çok düşünce var ki... Bazen gözümü yumuyor bazen de kulaklarımı tıkıyorum ama dönüp dolaşıp aynı sıkıntının içine düşüyorum. Bir kafesin içinde gibiyim, yaptığım tek şey parmaklıklara başımı yaslayıp manzaraya bakmak ve kendimi fikrimden uzak, özgürmüş gibi hissetmek. Arkama dönüp baktığımdaysa hala aynı kafesin içinde yerimde saydığımı görüyorum. Ağlamak geliyor o zaman içimden, hıçkıra hıçkıra ağlamak...

İşte tam da o zaman alıp başımı gitmek geliyor içimden. Gitme dürtüsü son iki aydır o kadar yoğun o kadar içime işlemiş ki ağır basıyor. Bir ömrü yaşadığım, ayrılmanın imkansız olduğunu düşündüğüm, ait olduğuma inandığım yerden bile gitmeyi göze alabiliyorum. Sanki gidersem tüm sınırlarım silinecek, gidersem zihnim özgür kalacak, gidersem kendimi bulacakmışım gibi... Hayatı sil baştan yaşayacak gibi gitmek istiyorum. Bazen başka bir şehre bazen de başka bir ülkeye. Öğretmen olmak istiyorum başka bir şehirde ya da öğrenci olmak istiyorum başka bir ülkede. Plan yapıyorum. Şubat ayında derslerim sona eriyor, maddi ve manevi en yakın seçeneğim Eskişehir'e gitmek ve orada öğretmenlik yapmak. O kadar kafama yattı ki bu düşüncemi annemle paylaştım, açıkçası fikrimi destekleyeceğini hiç düşünmedim ama yanıldım fikrimi destekledi ve gitmek istiyorsan git dedi. Bazen en yakınından destek görmek harekete geçmekten daha önemli bunu da anlamış oldum. 

Öğretmenlik için attığım adımlar beni çok değiştirdi. Girdiğim derslerden ve hocalardan çok şey öğrendiğime inanıyorum, bakış açımın ne kadar değiştiğini de net bir şekilde görebiliyorum. Anladım ki daha fazlasına ihtiyacım var. Çok daha fazlasına... O yüzden en kısa sürede gitmeyi seçiyorum.



5 Ekim 2014 Pazar

Konumuz eski güzel günlerdi.

Anneannemin evinin önünde iki tane ceviz ağacı var tam da bahçe duvarının dibinde. Ağaç tepelerine çıkmaya başladığımdan beri ceviz ağaçları da favorilerim arasında tabii, ama en sevdiğim annenannemin arka bahçesindeki incir ağaçlarıydı. İncir ağaçlarını çocukluğumun önemli bir yerine koyabilirim. Tırmanıp ağaçların üzerine şişene kadar incir yer hatta bazen evcilik oynarken üzerine ev kurardık. Reçel zamanı geldi mi de anneannem dünyanın en güzel incir reçelini yapsın diye onun incir toplamasına yardım ederdik. O incirin tadını unutmam mümkün değil. Ancak son beş yıldır incir ağaçları eskisi gibi incir vermez oldu ve ağaçlara tırmanamadığımız gibi incir reçelinden de mahrum kaldık. Neyse konuyu ceviz ağaçlarıyla açmıştık tekrar ceviz ağaçlarına geri dönelim yoksa anneannemin bahçesindeki vişne ağaçlarından da bahsederim, ondan topladığımız kova kova vişneleri anlatır o vişnelerden annemin nasıl güzel vişneli kek yaptığını anlatırım ama konumuz ceviz ağaçlarıydı değil mi? :) 
Anneannemin evinin önündeki ceviz ağaçlarına tırmanabilmek için önce duvara çıkmam gerekirdi. Oradan dallara ulaşır cevizleri pat pat aşağı atardım. Ulaşamadığım yerlere de sopayla üst dallara vurmak suretiyle ağacı sallardım. Bunca çabanın sonunda düşen cevizlerin yeşil etli sert kabuklarını soyup hazineye ulaşırdım. Bu arada da bütün ellerim önce turuncu olur sonra kahverengine  çalardı. Hazineye ulaşmanın cezası da öbür güne çıkan kol ağrıları olurdu. O cevizlerde incirler gibi tadına doyulmaz olurdu. Dalından yenen taze ceviz! Beyaz rengi ve yer yer acımtırak tadı nasıl da güzel olurdu. 
Bu sene de incirlerdeki bereketsizlik cevizlere bulaştı sanki. Zamansız yağan dolu yeni gelişmekte olan cevizlere zarar verdi. Toplanan cevizlerin %80 i çürük. Bu sene ki cevizlerin çilesini paylaşmak da babama düştü. Bizim evin yanında dedeciğimin ektiği ceviz ağacından ceviz toplamak isteyen babam, duvardan düşüp kolunu kırdı. Neyse ki ucuz atlattı sonuç çok daha kötü olabilirdi. (İyi ki incir ağacından düşmedi ne de olsa batıl inancımız incir ağacından düşen iflah olmaz der ya hani...) Kolun kırılması gibi topladığı koca bir poşet cevizden bir küçük kase kadar bile sağlam ceviz çıkmaması da ayrı bir trajedi oldu. 
Bu sene yağan yağmurlar bereketten çok felaket getirdi. Bakalım önümüzdeki günlerde daha neler göreceğiz. Umarım bugünümüzü aramak zorunda kalmayız. İstemiyorum incirde alışmak zorunda kaldıklarıma diğer meyvelerde de alışmaya, eski incirleri özlediğim gibi onları da özlemek istemiyorum...

13 Temmuz 2014 Pazar

Özetle,mek!

-Berbat vize notlarıma rağmen onca didinme, çaba, çılgın bir çalışmayla, stres ve maksimum gerginlik sonucunda mezun oldum, evet. Hiç bir şey hissetmedim nedense. Korktuğum gibi de olmadı ortalamam iki buçuğun üstüne çıktı. Velev ki yüksek lisans yaparım. Bak buna yüzüm gülümsedi.


-Pedagojik formasyona başvurdum. Sonuçlar ayın 17'sinde açıklanacak. Hayatımda ilk defa öğretmen olmak istedim bundan tam 3 ay önce. Önceden yapamayacağımı düşünürdüm artık öyle düşünmüyorum. Hem kazanamazsam da üzülmeyeceğim eğer olmazsa işe* girmeyi düşünüyorum para biriktirip özelde ya da devlette bir şekilde formasyonu almayı düşünüyorum. Hem mürebbiye elbisemde var(şu an üzerimde), hehhey! *(Girmeyi düşündüğüm iş, evime yakın olsun bir de tuvaletleri(!) güzel olsun. Başka bir şey istemem.)

-6 yıl aradan sonra çılgın baş ağrılarım yeniden hortladı, 10 gün içinde iki kere hastanelik oldum. Onca ilaca rağmen bana mısın demedi pislik! Ağrılarım hafif dokunuşlarla her gün kendini hatırlatıyor. Tabii bir nörolog a gideceğim, muhtemelen yine hiç bir şeyim çıkmayacak ama olsun yine de gideceğim. (Gitmedi)


-Hem sonra çılgın mide ağrılarımda beni yalnız bırakmıyor. Böylelikle doğru dürüst yemek yiyemeyerek zayıflayan bünyemi daha da zayıflatıyorum. Çok tatlı!

-2 sene önce bir defterin arkasına vücut ölçülerimi ve kilomu yazmışım ve hedef belirlemişim. Oysa zavallı ben içmek zorunda olduğum ilaçlar yüzünden hedeflediğim ölçülere ulaşmak yerine şiştikçe şişmiştim. Küçük bir pehlivan olma yolundan 3,5 ay önce döndüm. Şimdi 2 yıl önce ki halimden çok daha iyi durumdayım. Evet çılgınca kilo verdim.

-Saçlarım da epey uzadı, kesmeyi düşünmüyorum. Yeniden rapunzel olurum belki kim bilir...

-Gerginliğim oldukça azaldı diyebilirim en azından geceleri sayıklamıyor ya da uykumda sıçramıyorum ama bir şey var hüzün gibi aynı zaman da tarif edemediğim bir huzur da var. Sanki yıllar sonra hayatıma dönüp baktığımda özleyeceğim tarzda bir huzur. Çocukluğumdan bugüne gelen, hala yanıbaşımda duran anılardaki gibi. Ayrıca çocukluğumdan beri de sevdiğim birşey var, çok hasta olup tüm ağrım sızım artık ne karın ağrım varsa geçtikten sonra yatakta huzurlu, sakin bir uyku ve herkesin benimle ilgilendiği bir tarafım acımadığı için benimde bu ilgiden hoşnut olduğum o an. İşte o an tarifsizce güzel.

-O huzur beni bazı zamanlarda buluyor, mesela şimdi. Ama sonra kayboluyor yerini sıkıntı alıyor. Hani iç ağrısı derler ya öyle. Onlar tamamen kaybolsun istiyorum huzurum kalsın bana bir tek. Zaman olanca hızıyla akıp geçtiğinde geçmişi süsleyecek o huzur kalsın.

-Şu anım için söyleyebilirim ki; hiçbir şeyim yok akıp giden "zamandan" başka (Cemal Süreya'ya selam ederim), ki onu da elimde tutamıyorum. 

- Yaşım her arttığında ya da içinde bulunduğum yaşı yarıladığımda bir geç kalmışlık hissi çöküyor üzerime. Zamanı değerlendiremeyişime, yapmak isteyip yapamadıklarıma üzülüyorum. Geç kaldım diyor ve hiç bir şey yapmadan bekliyorum, böylece daha da geç kalıyorum yapamadıklarıma. 5 yaşından beri yaşlanmaktan korkuyorum. Evet tam 5 yaşından bu yana. O yüzden zamanın anlamsız ve boş geçmesi beni bu durumdan daha fazla korkutuyor. Çünkü korkunç olan yaşlanmak değil, boşa geçmiş uzun bir hayat. Şimdi 25 yaşındayım sanki göz açıp kapayıncaya kadar 30 olacakmışım gibi. Tamam 30 ile ilgili güzel planlarım var ama şu önümüzde ki 4,5 yıl da güzel geçsin ama, değil mi? İçimde bir his var güzel olacak her şey inanıyorum(Pollyannacılık değil), biz yeter ki temiz tutalım yüreğimizi, vicdanımızı... Şimdilik nadasa bıraktım kendimi.

ve bugün için her şey Nazım'ın cebindeki son dizeler gibi ancak biline ki daha ölmedik! 

Hadi eyvallah...





1 Nisan 2014 Salı

Yönünüzü bulmak ve kaybolmamak için...

Söylenen her söz kainatta dolansa da, hiç bir zaman yok olmayacak olsa da çok kolay unutulup gidecek, hatırlanmayacak inan! Bu yüzden kelimlerinizi yazıya dökün. Unutmamak için, unutulmamak için... Tekrar tekrar dönüp bakmak, kendinizden ders çıkartabilmek için, dününüzle bugününüzü mukayese edebilmek, verdiğiniz sözleri hatırlamak için, çocuklarınıza kendinizi daha iyi anlatabilmek için, hatta torunlarınız ve belki daha sonraki nesillerinizin de sizi unutmaması için yazın. Ruhunuzu temizlemek, içinizi rahatlatmak, arzularınızı yitirmemek için, tutkularınız için yazın! Aşkınızı, nefretinizi yazın! Gerçekleri yazın! Söylediğiniz yalanları yazın! Hayallerinizi, hayal kırıklıklarınızı yazın! Özür dilemek, affetmek, hakkınızı aramak için yazın! Vicdanınızı özgür bırakmak için yazın! Kendiniz için yazın, aldatmadan, yalansız... Kimse sizi sizden daha iyi anlatamaz, bunu unutmayın. Önce kendinize kendinizi tanıtın, sonra da sizi hatırlamasını istediklerinize...

30 Mart 2014 Pazar

Sayfayı Değiştirmek

O kadar yoruldum o kadar bıktım ki kafamda dolanan düşüncelerden, zihnim de çirkince beliren görüntülerden... İnanmaktan yoruldum, inancımı sorgulamaktan yoruldum, zaman geçince inanmak istediğimin koca bir yalana dönüşmesini izlemekten yoruldum. Kalbim ağrıyor, ruhum sıkılıyor, sığamıyorum hiç bir yere, sığamıyorum kendime! Bildiklerim içimi rahatlatmıyor, olan her şey apaçık karşımda dururken tüm söylenenler içimi acıtmaktan beni daha da kanatmaktan öteye gitmiyor. Allah kahretsin ki biliyorum 2-3 gün sonra herkes kendi hayatına geri dönecek (belki de çoktan dönüldü) söylenen her söz söylenmemiş gibi yaşanacak ve ben yine anlamsızlığın tam ortasında tek başıma duracağım. Tüm bu olanlara, içinde yaşadığım duruma tahammülüm sıfır bu yüzden yeni bir hayat istiyorum tüm olumsuz düşüncelerimden sıyrıldığım, sabahları mutlu uyandığım, güven duygusunun bana verdiği huzuru yaşamak istiyorum. Sakinlik, dinginlik istiyorum. Bilmemenin, bilememenin verdiği huzursuzluk bitsin istiyorum. Gerçeği zaman sorgulamasın gerçek olması gerektiği gibi tam ortada dursun istiyorum. Gerçek beni yaralamasın istiyorum. 

29 Mart 2014 Cumartesi

Zamana inan!

Söylenen her şey doğru olabilir baştan sona yalan da olabilir ancak gerçeğin ne olduğunu zaman gösterecek. 

8 Mart 2014 Cumartesi

Bulantı

Sorular birikiyor. Her geçen gün kat be kat artarak birikiyor. Hesap sormak istiyorsun ama kimden? Aklım karmakarışık, içim sıkkın. Hiç bir cevap kesmiyor merakımı çünkü sorunun muhattabı değil cevaplayan ben. Uykuya dalmak güç, zihnim bu kadar bulanıkken çok güç. Öfkem kabardığında hiç kibar değilim, söylemek istediklerim zehir zemberek. Aslında kızgınlığım da kendime, ben ne zaman kaybettim bu denli kendimi? Mutsuzluğum öfkemle birleşince daha da yorulur oldum. Yüzümdeki, içimdeki bu mutsuzluk uzaklaşsın benden. Geçmişte bıraksın artık yakamı, güzel olan hatıralar acı vermiyor mu sanki? Gitsinler kendilerine kuytu bir köşe bulsunlar ve hatıra düşüpte ortaya saçıldıklarında toparlanıp yerleri her neresiyse oraya dönmesini de bilsinler. 

Söylemek istediklerim bitmiyor, ne yazsam bir şeyler eksik kalıyor. O zaman son olarak, bu gece aklımda dönüp duran Özdemir Asaf'ın bi' şiirinin dizelerini ekliyorum yazımın sonuna.

Bir akşam üstü pencerenden bakıyordun
Ağır ağır, yollara inen karanlığa.
Bana benzeyen biri geçti evinin önünden.
Kalbin başladı hızlı hızlı çarpmaya...
O geçen ben değildim.

Bir gece, yatağında uyuyordun...
Uyanıverdin birden, sessiz dünyaya.
Bir rüyanın parçasıydı gözlerini açan,
Ve karanlıklar içindeydi odan...
Seni gören ben değildim.

...






4 Mart 2014 Salı

Karanlıkta Diyalog

Hayatımda yaşadığım en farklı deneyimdi. Eğer görme engelli bir insan nasıl bir hayat yaşıyor diye merak ediyorsanız, ki bence bambaşka bir dünyayı anlamak için merak etmelisiniz, mutlaka bu etkinliğe katılmalısınız.

 Zifiri karanlık içinde, burnunuzun ucunu dahi seçemediğiniz bir ortamda karanlık bir yaşamın içine dalıveriyorsunuz. Önünüzde bastonunuz arkasında siz. Yürüdüğünüz zemini, etrafınızdaki engelleri bastonunuz sayesinde algılayarak, çevredeki seslere kulak vererek yönünüzü buluyorsunuz. Manava gidip sebze ve meyveleri tanımak, nostaljik tramvaya binip Taksim'den Tünel'e gitmek, motora binmek martıların seslerini duyup rüzgarı hissetmek... Ve tabii ki gezimizin eğlenceli geçmesini sağlayan kılavuzumuz Özden Bey'i unutmak olmaz. Özden Bey üç yıl önce genetik bir rahatsızlık sebebiyle görme yetisini kaybetmiş. Ama anlaşılan o ki yaşam mücadelesini hiç kaybetmemiş. Kendiyle barışık, şakacı, pozitif bir insan. Bu yolculuğa Özden Bey ile çıkmak etkinliği çok daha özel kıldı.

Elbette ki gerçek hayatla oradaki kurgusal ortam arasında dağlar kadar fark var. Sınırlı bir alanda bile tedirgin olabilirken, gerçek hayattaki tehlikelerin büyüklüğünü ve fazlalığını düşününce duruma olan hassasiyetiniz daha da artırıyor. Son olarak sergi 23 Mart'a kadar uzatılmış. Gayrettepe metrosuna gidip bu etkinliğe sizde katılabilirsiniz.




2 Mart 2014 Pazar

Zihnin bulanır, bunalır bazen.

Bilmek, sorunu parçalara böler. Özelliklede bildiklerin seni emin olduramıyorsa. O sorunu paramparça eder. Toparlayamazsın illa ki eksik kalır bir şeyler. Hem birleştirsen nafile "ben buradayım" diye bağıran bir iz bırakır. Unutamazsın daha çok merak edersin daha da çok bilmek istersin. Zihninde silinmeyen bir leke gibi kalır, sildikçe daha da çok kusan bir leke...

Aradığım şey ne bilmiyorum. Hem her şeyi bilmek istiyorum hem de deli gibi korkuyorum, bilmek istemiyorum hiç bir şey. Çünkü bilmek öyle derin bir kuyu ki ne kadar çok bilirsen o kadar derinleşiyor. Acı veriyor... Diyorsunki ilk sefer ki gibi acımıyor artık canın. Kabuk bağladı diyorsun içinden, gözünden düşen damlaların sayısı azaldıkça. Aslında öyle değil kandırmayalım birbirimizi. Olan biten, tüm hüzünlerin daha da derine işlemesinden ibaret sadece. Peki ya yanılıyorsam. Zihnime, kalbime, ruhuma acı veren tüm düşünceler saçmalıklarımsa. Yine aynı çelişki değil mi? Ne farkeder ki, gerçek ya da değil.    Kimse sana doğru demedi ama yalanda demedi. Kimse sana gelip "ben seni incitir miyim, kırar mıyım hiç?" demedi. Peki ya doğruysa... Ah!... İçimde öyle derin, tek bildiğim artık 'ne fark eder ki?'.


12 Şubat 2014 Çarşamba

Öfkemin ağırlığını atamadım üzerimden.

Yazmadan kurtulamam ne bu mide ağrısından ne de bu içimde kopan fırtınadan. Ne kadar zaman geçerse geçsin dokunuyorsa hala bazı şeyler bam telinize işte o zaman düğüm düğüm oluyor içiniz, duygularınız. Umurumda olmasın istedikçe, kaçmaya çabalıkdıkça gelip vuruyor beni dürtülerimin sebepleri. Nefretim diziliyor boğazıma midem de yumruk oluyor. Affetmeyeceğim seni asla dedikçe öfkem körükleniyor. Yoruluyorum kendimden, öfkemden, nefretimden. Başka bir dünyam yok hala kendi etrafımda dönüp duruyorum sessizce, bazen çığlık çığlığa... 

31 Ocak 2014 Cuma

Uzaktan baktığımda bir uğultu var, aslında çok sessiz!

Bir şeyi çok istersen olur derler. Evet, olabiliyor haklılar ama sonra pısss! Sönen bir balonun sesi kadar iç gıcıklayıcı "da" olabiliyor.
Kendime şu soruyu yineliyorum "ne bekliyordun?". Her seferinde aynı hataya düşüyorum. Zannediyorum ki arzu ettiğim şey gerçekleştiğinde yaşam 180 derece değişecek. Olan sadece biraz yol aldığımı zannedip en başa dönmekten öteye gidemiyor. Çoğalmak isterken eksildiğimi hissediyorum. Eksiklik, yıpratıcı. Ortada olan duruma yaklaşım şeklimi ve bakış açımı değiştirmem gerekiyor. Gayet yavşak bir kalıp olan "salla ya!" yı düşüncelerimin bir tarafına zamkla yapıştırmalıyım. Gereğinden fazla sessiz, çığlık atmak istiyorum.

29 Ocak 2014 Çarşamba

Monologlarla yaşıyorum.

-"Selam canım" cümle bile olamamış iki kelimenin samimiyetsizliğinde boğuluyorum.
-Ben ne mi yapıyorum, bütün gün evin içinde bir aptal gibi dolanıp duruyorum. Uyuyorum... 
-Bir şeyi merak ediyorum neden iş başvurularında görüşmeye çağırmak için bir gün önceden arıyorlar? Buna sinir oluyorum ve tabii ki o görüşmeyi kabul etmiyorum başka bir güne randevu istiyorum. Bunu, tuzum kuru olmaya devam ettiği müddetçe sürdürmeyi planlıyorum. 
-Berbat film kotamı dolduralı çok oldu. O sebeple berbat bir filme denk geldiğimde küfür edebiliyorum.            -Ayrıca her yerde çok fazla boktan film var ve bazen iyilerini bulmak çok zor oluyor. 
-25 (yirmibeş) iki göz kırpışı arasındaki mesafe kadar yakın bana. Belki diyorsun "kıçımın kenarı 25 fazla mı geliyor sana?", benden uzaklaşan, yapamadığım, içimde kalanları düşündükçe fazla geliyor evet.
-Yorgunum, tüm olan biten aptallıkları düşünmekten. Ama artık bıraktım düşünmüyorum aptallıkları.
-Yağmurlu, kapalı ve soğuk havaları mutsuzken sevmiyorum. Böyle havalar için mutlu ya da huzurlu olmalıyım ki kendimi hüznün havasına sokmaya çalışırken tatmin olabileyim. Yoksa sonuç salya sümükten öteye geçemiyor ve ben salya-sümük ikilisinden oldukça sıkıldım.
-Bugün aralıksız kaç saattir radyo dinliyorum, dur hemen bakıp geliyorum.
-4 saat 32 dakika 29 saniye 30,31,32...
-Şu anda Frank Sinatra My Way çalıyor. 
-Sana bir şarkı armağan etmek istedim.
-Mina'dan Senza Fiato sana gelsin.
Sonra...
-Aklımda aylardır hep aynı dizeler, cevaplaması çok zor. Keşke sana sorabilsem, keşke tam da şu aralar zihnimde beliren yansımadaki gibi sana sorabilsem. Hadi sordum diyelim, çok korkuyorum anlamamandan. Ya anlamazsan?
-Belki ağır gelir, belki boş.
-Kimsin sen?
-Bu gidişle geç kalırsın!
-Kararsız olduğunu düşündüren çok fazla şey var.
-Kararsızlık bir yerde zayıflıktır.
-İnsan tanımadığı birine sırtını dönebilir mi? O sırt zaten dönük müdür? Tekrar dönersek "sırtımızı" yoksa yüzümüzü mü dönmüş oluruz?
-İşte böyle anlamsız, beni ikilemden ikileme sürükleyen sorularla ve sorunlarla boğuşuyorum. Hapisanede gibi zihnim bir kaç adım sonra ,hiç fark etmez sola ya da sağa, tosluyorum.
-Johnny ve Joshua ile uğraşmak hiç kolay değil bir de Jonathan çıktı ortaya. Neyse ki "o" bu karakterler arasında ortada bir yerde. Ph tablosunda durumu değerlendiriyor olsaydık Johnny asidik, Joshua bazik, Jonathan ise nötr olurdu. Bak yine saçmalamaya başladım yoksa en başından beri saçmalıyor muydum?