22 Aralık 2022 Perşembe

Nazım Güneş'e, Güneş'ime...

 Güneş'im minik kurbağam iyi ki doğdun, seni çok seviyorum!

Hala inanamıyorum 1 yaşına bastığına, yani koca bi' 1 yıl nasıl geçti anlayamıyorum oysa itiraf etmeliyim ki başlarda çok zordu ve ilk 3 ayın bile nasıl geçeceğine akıl sır erdiremiyordum. Çok küçüktün, kıyafetlerini değiştirirken koluna bacağına zarar vereceğim diye korkuyordum şimdi ki gibi dar alanda kısa paslaşmalarla olmayacak pozisyonlarda kıyafet değişikliği yapamıyordum! :D Dışarı çıktığında ortalığı yıkarak ağlıyordun o kadar çok bağırıyordun ki ne yapacağımı bilemiyordum, ah bu çocuk hiç dışarıyı sevmeyecek ben hiç dışarı çıkamayacak mıyım diyordum şimdiyse dışarı çıkmak için çıldırıyorsun Pilli'yle parkta saatlerce zaman geçiriyorsun, Kasım ayında parkta 5 saat durmuşluğun var yani o derece! 

Sana dair her şey değişip dönüşüyor, hep daha güzele doğru... Duygularım derinleşiyor sana baktıkça, sen gülünce, meme diye ağlayınca... seni hep içime soka soka sevmek istiyorum. O tatlı şapşik kafanı günde 100 kere kokluyorum, öpüyorum oh içime çeke çeke! Kıymetini biliyorum, bugünlerin geri gelmeyeceğini bir daha bebek olmayacağını... Seni çok seviyorum!

Yine aradan çok zaman geçince ve uzun zamandır yazmayınca nasıl giriş yapacağımı bilemiyordum. Yeniden bir şeyler yazmak ve bunu sana ithafen yazmak beni heyecanlandırıyor ve yine keşke önceden de yazsaydım dedirtiyor. İleride bu yazdıklarımı okuyacağını düşünmekse daha da heyecanlandırıyor. Of anne ne boş beleş yazmışsın demezsin umarım. 

Şimdi olayın en başından itibaren yazmaya karar verdim sonuçta bu senin neredeyse 2 yıllık serüvenin :D

Sana hamile olduğumu 26 Nisan 2021'de öğrendim benim için cidden büyük bir sürprizdi yani o kadar imkansız bir durumun içinde minicik bir mercimektin ki çok heyecanlanmıştım, çok mutlu olmuştum ve yalan yok çok da korkmuştum. Hamileliğimin pek kolay geçmediğini söyleyebilirim içinde soğan olan şeyleri ve hatta geriye kalan bir çok şeyi de yiyemiyordum sadece tatlı yiyebiliyordum ama yine de yeme durumum o kadar kötüydü ki sen büyürken ben 3 kilo verdim. Hep derler bebek anne karnındayken annenin yedikleriyle ilk damak tadı gelişir diye bu senin için pek geçerli olmadı sanırım yoksa köfte diye çıldırmazdın!

Çok uzatmadan isim konusuna gelmek istiyorum hemen, Deniz daha ilk evlendiğimiz zamanlardan beri bana oğlumuz olursa adını Nazım koyalım lütfen deyip duruyordu asla kabul etmeyeceğimi söylüyordum, yani tamam Nazım Hikmet'i seviyoruz ama o kadar da değil diyordum. Hamile olduğumu öğrendiği anda başladı tabi başımın etini yemeye ama ben kararlıyım yani mümkün değil hem sonuçta kız olacaktın belki Nazım'la kafamı doldurma! Haziran ayında gittiğimiz doktor kontrolünde Esra Hanım cinsiyetini öğrenmek isteyip istemediğimizi sordu dedik bilmek istiyoruz, kız olduğunu düşünüyorum dedi. Yeey yaşasın dedim hep kızım olsun istemiştim (burada hep dürüst olarak duygularımı söylüyorum mimik pokemonum o zaman nereden bileyim senin bu kadar tatlı bir şapşik olacağını). Deniz'de çok mutlu sonuçta kızlar babaların aşık olur, diyor kızım olacak beni çok sevecek. Haftasonu sabahları bizim evin önünden hep babalar ve küçük kızları geçiyor, kızların tütüleri var belli markete gidecekleri için özenmişler, tabi Deniz'de özeniyor. Hemen isim bakmaya başladım cidden isim seçmek çok zor yani hem kulağa güzel gelen hem de anlamı güzel bir isim bulmak ne zor! İçime tek sinen isim Bahar'dı Deniz de çok sevdi, kız olsan adın Bahar olacaktı. 1 ay sonra tekrar randevumuz var o zaman cinsiyetin %100 belli olacak ama genelde doktor kız dediğinde bu ihtimal pek değişmiyor, ben kız olduğundan eminim yani. Temmuzda randevudan 2 gün önce bir rüya gördüm, doktorun odasına gidiyoruz kontrol için doktor seni karnımdan çıkartıyor, beyaz pek karnıma sığmayacak büyüklükte tatlı mı tatlı bir bebek. Esra Hanım her şey yolunda diyor ve seni benim kucağıma veriyor o kadar tatlısın ki... Seni tutup havaya kaldırıyorum bir de ne göreyim erkeksin, çok şaşırıyorum, "ulan bu kadar erkek olmak istiyorsan adında Nazım olsun" diyorum. Sonra doktora gidiyoruz, içimde bir his artık erkek olduğunu söylüyor ama nedense bunu dile getirmeye cesaretim yok (belki yıllarca erkek çocuk ne ya ben kızları severim dediğim içindir, tersine cinsiyetçilik yaptığımdan!) Doktor cinsiyetini kesin olarak söyleyeyim mi dediğinde ve erkek dediğinde bende bir şok Deniz'de bir hüzün vardı çünkü ona aşık kızı olmayacaktı şimdi o günü kesinlikle reddediyor çünkü ona aşık bir kızı yok ama resmen ona tapan oğlu var allahım bu çocuk Deniz'in yanında beni iplemiyor (meme aşkı depreştiği anlar hariç) hani erkekler analarını daha çok severdi?

Peki Güneş nerden geldi?

Neye asla dediysem başıma geldi, Deniz'e çocuğuma asla iki isim koymam tek isim olmalı gerek yok o kadar çok isme derken baktım Nazım ismini artık mümkün değil senden alamam ama benim içinde anlamlı bir ismin olmalıydı Nazım'la ve rüyamla yetinemezdim böylece iki isimli bir bebe olmanı kabul ettim ve başladım düşünmeye. Hem kulağa güzel gelmeli hem de anlamı güzel olmalı. Güneş'i bulmak çok zor olmadı sanki hep aklımın bir tarafındaymış gibi... Türkiye'de Güneş adını koyan çoğu ebeveynin aksine, unisex bir isim olmasına rağmen, bende Güneş hep erkeği temsil etti bunda üniversitedeki Türk Dili ve Edebiyatı hocamız Ece Hoca'nında bir payı var tabi. Güneş'i eril düşünmeme sebep oydu, demişti ki erkekler Güneş gibidir doğar ve batar kadınlarsa Ay gibidir 14 farklı hali vardır. Yunan mitolojisinde de Güneş eril, Apollon Güneş'in tanrısı, eski Yunan mitolojisinde Helios Güneş tanrısıdır. Tüm bunların dışında romantik bir biyolog gibi düşündüğümde Güneş'in olmadığı bir canlılık devam edemez, Güneş hepimizi aydınlatıyor, ısıtıyor ve fotosentezin temelini oluşturuyor. Benim minik kurbağamın adı kesinlikle Güneş olmalı  dedim ve şimdi hepimiz sana Güneş diyoruz. Bu arada kısa bir bilgi daha annem adını Güneş koymaya karar verdiğimde bana bir anısını anlattı; o çocukken Mercan'a yazlıkçı bir aile gelmiş ve Güneş adın da oğulları varmış annem adını duyduğunda hem çok şaşırmış hem de çok beğenmiş daha önce hiç o isimde birini tanımamış. Torunun da adının Güneş olacağını öğrenince çok mutlu olmuştu.

Yemek konusunda ve başlarda mide bulantısından çok zorlansam da onun dışında bana hiç sıkıntı getirmedin, işimi hamileyken değiştirmiş olmamın  stresi dışında  her şey hep yolunda gitti geceleri rahat uyudum ve sabahları sorunsuz uyandım fazla kilo almadım son ana kadar ayakkabılarımı kendim bağlayabildim, hatta tek ayak üstünde çorap bile giydim! :D:D ancak sen yine de sürpriz bir şekilde geldiğin gibi sürpriz bir şekilde de doğdun. 21 Aralık'ta doktor kontrolüne gittiğimde doğuma dair hiç bir emare yoktu, bu yüzden doktor haftaya yine gelin ama tabi yine de hiç bir şey belli olmaz dedi ki çok doğruymuş. 22 Aralık sabahı uyandığımda ağrılarım vardı ama bunun doğum zamanı artık yaklaşmışken normal olduğunu düşünüyordum. Her zamanki gibi kalktım giyindim ve annemlere gittim. Deniz'de evrak almak için o lanet Arnavutköy'e! Yolda ağrılarım sanki daha da arttı anlık güçlü kramplar gibi sancılar giriyordu ama yine de hiç doğum yapacağımı düşünmüyordum. Annemlere gittim kahvaltı bile hazırladım, kahvaltımı yaptım o arada hep sancılar ve  sonra birden tanrım öyle güçlü bir sancı geldi ki gözümden yaşlar akmaya başladı dedim ben doktora gitmeliyim kesin yarına doğururum. Hastaneye vardığımızda saat 14:30'u geçiyordu ve doktor muayeneden sonra beni hemen doğuma aldı yine de içimden diyorum bugüne yetişmez herhalde, doğum değil de sanki kargo! O kadar doğurmayacağıma eminim ki eşyalarımı bile almadım yanıma. Odaya çıktım saat 15:00, tanrım gittikçe zorlaşıyor bir an kendime bunu neden yaptığımı sorgularken buldum. Diyorum neden, neden ulan bu acı? Hep mi kadınlar, erkekler de doğrusun artık. 1 Kadın 1 Erkek'teki Zeynep Ozan'a küfrederken çok haklı, senin burada olmanın bana ne faydası var? Denizim son andan doğumhaneye yetişti, neredeyse kaçırıyordu Güneş'in ilk ışığını! Dedecim geldi aklıma birden Nilay'a Günçaldı derdi, Günçaldı Güneş'in doğarken yeryüzüne vuran ilk ışıklarıymış, öyle derdi. Deniz'de nerdeyse Güneş'imin günçaldısını kaçıracaktı ama yetişti ve bizim Güneş'imiz 22 Aralık 2021 saat 16:27'de doğdu.

Seni ilk gördüğüm o an kolların yana doğru açılmış, çok kormuşsun ağlıyorsun, kıyamam sana... Ama ben sana bakıp diyorum ki kafası çok güzel, kafası çok güzel, anan tam bir kafatasçı gibi davranmış yavrum affet! Bu arada, canım Güneş'im kafan gerçekten çok güzel her anlamda. :D Aklımdan yine bir sürü an geçti! Ağzının içini koklamak, beni öper gibi yalaman, suratın suratıma yaklaşırken suratının aldığı o komik hal, bir şeyi istemediğinde ellerini sıkıp suratını şişirmen ıh demen, sevdiğin kitabı okumaya başladığımda yalandan gülmen, anne-baba nerde dediğimizde lambaya bakman, kavrulmuş pirinçlerin üstüne kaynar su dökünce çıkan sese bayılman, kargalara gitmek istemen (sanırım en tatlısı bu olabilir). Oh, içimi seninle doldurdum yine, sen uyurken bile seni düşünmek, özlemek... Mesela bugün ilk defa üzerine giydiğin bir şeyi beğendiğini fark ettik ve çok tatlıydın. Sana yılbaşı temalı kırmızı fonda Snooply'li bir uyku tulumu aldım. Hı deyip inceledin, gözlerini tulumundan alamadın, ah benim minik kurbağam böyle düşünce bile ısırasım geliyor. Cidden bu bir çılgın sevgi seli, en bayık pembe dizilerdeki kör sevgilerden bile fazla, oh bir kere daha koklayayım!

Doğduğun gün hakkında da bir şeyler yazmak istiyorum, 22 Aralık'ta tam da Güneş'in yeniden geceye karşı gücünü kazandığı Pagan'ların Yule (noel) günü doğdun, yeni güneş yılının başladığı gün, güneşin tekrar doğuşunun festivalinde. Bunu bana doğumdan hemen sonra tatan söyledi, zaten o an duygular şelale isminle bu kadar anlamlı bir günde doğmuş olmanda ayrıca mutlu etmişti beni.

İşte senin hikayen böyle başladı ve sağlıkla, mutlulukla daha çok hikayeler eklensin yaşamına... Elbette çok daha fazlası da var ama ben aklımı şimdilik bu kadar toparlayabildim. Umarım devamını getirebilirim...

Son olarak bir kere daha seni çok seviyorum, seni hep böyle olduğun gibi sevmek istiyorum , seni sen olduğun için hep ama hep çok sevmek istiyorum. 

İyi ki varsın!

Yavru kargan,

20 Mayıs 2020 Çarşamba

Ben geldim.



Nasıl başlamalı, ne söylemeli? Çok uzun zaman oldu yazmayalı neredeyse 5 sene geçmiş son yazdıklarımın üstünden. Belki yeniden başlarım düzenli yazmaya diye düşündüm, aslında bunu doğru dürüst hiç başaramadım şimdi nasıl yaparım bilmiyorum. Artık zaman gösterecek...
Ne yazacağımı bilmiyorum, bugün nostalji yaptım ve eski yazılarımı okudum. Bazıları gerçekten berbattı, bazıları da tekrar yazmaya teşvik etti.  

Ne anlatmalıyım? Aslında o kadar fazla şey oldu ki ve olan her şeyin üstünden o kadar çok zaman geçti ki başı ve sonu yok artık. Bu sebeple sana bugünden bahsedeceğim. Benim gibi bir geçmiş sevdalısı için farklı bir başlangıç olabilir.

Öyleyse bugün bitirdiğim kitabı anlatabilirim. Elias Canetti'nin "Körleşme " romanı. Kitabı 2015 yılında (yanlış hatırlamıyorsan Haziran ayında) bir yaz günü Kadıköy'deki Alkım kitap evinden almıştım, oradan aldığım  son kitap. Kitap hakkında çok fazla bilgi sahibi değildim, Ahmet Cemal'in çevirdiği kitapları araştırırken denk gelmiştim yani sırf Ahmet Cemal çevirisi olduğu için almıştım. Geçenlerde bir çevirmenin, çevirileriyle ilgili gelen olumlu mesajların kendisini ne kadar mutlu ettiğini okudum. O an neden Ahmet Cemal'e ulaşmadığım ve çevirilerini ne kadar çok sevdiğimi söylemediğim için kendime kızdım. Ama kendimi onun karşında o kadar yetersiz görüyordum ki cesaret edemedim. Şimdi kitabın yazarı, çevirmeni, kitapçı hiç biri yok...

Kitap 565 sayfa, üç bölüm ve 30 başlıktan oluşuyor. Her bölümde ayrı bir cinnet geçirme garanti çünkü insanların ne kadar kötü ve ahmak olabileceğinin sınırı yok. Kitabı ilk aldığımda 320 sayfa okumuş ve bir şekilde bırakmışım. Nedenini hatırlamıyorum sanırım dikkatimin dağınık olduğu bir dönemdi (bu dönemleri sayısı fazladır). Kitaptaki tüm karakterler kendilerini beğenmiş ve bu beğenme durumu bir noktadan sonra sinir bozucu. Hiç bir karaktere sempati duyamadım, kurban olan karakter Kien'e bile... İlk başta sevsemde sonra o hisler yok oldu! An geldi öyle sinirlendim ki kitabı kapatıp başka bir işle uğraştım. Hatta hepsi karşımda dursa da bir güzel paylasam ne kadar rezilsiniz diye, böyle hayaller kurup durdum. (Acaba Ahmet Cemal'in karakterlerle ilgili hisleri nelerdi?) Bu şimdi ne anlatıyor böyle diyebilirsin tabi, kısaca kitaptan bahsetmek gerekirse; dört ana karakterin kendi akıllarına duydukları hayranlık, gerçeği öğrenme zahmetine katlanmadan doğru bildiklerine olan inançları ve kendilerinin (hayat gayeleri neyse) en iyisine layık olduklarını düşünmeleri üzerine, insanın kendine ve düşkünü olduğu "şeye" verdiği değeri abarttığında nelerin olabileceğinin anlatıldığı bir roman. Kitaptaki ana karakterden ikisi kaçınılmaz sonlarının kurbanı oldular ama kalan ikisi hiç gerçek bir darbe almadan sıyrıldılar ki ben onların hak ettikleri sonu okumak ve hayal etmek isterdim.

Ayrıca kitabın filminin olmasını da isterdim. Kien'i bando şefinden kaldığını düşündüğü 1 milyonluk mirasla kendi hakkıymışcasına daha ne kadar çok kitap alabileceğini hayal ederken, Therese'nin kolalı mavi etekliğiyle yürürken nasıl da tam 30 yaşında gösterdiğini düşünürken ve vasiyetnameye öğretmeninin bile kıskandığı ve bu yüzden okuldan atılmasına sebep olan o güzelim sıfırlarından 3 tane eklerken ki yüz ifadesini görmek isterdim. Fischerle'nin Paris'e giden trenden 1.sınıf bilet alıp tren saati gelene kadar defterini almak için eve giderken, 6 saatte öğrendiği mükemmel İngilizcesinin üstünden nasıl geçtiğini dinlemek isterdim. Tabi kapıcı Pfaff''ın da Theresianum'da çıkan kavgada polise yakalanmaları sonucunda nasıl yan çizdiğini görmek eğlenceli olurdu.

Çok uzattım, özellikle bu ara bu tarz konulara fazla taktığım için olabilir. 

Son olarak bir insanın hakkı olmayan bir şeye göz dikmesinden daha katlanılamaz olan, hakkı olmayan o şeyi kendisine hak olduğuna inandırmasıymış!


Not: Şimdi fark ettim kitabı aldığımda Elias Canetti'nin kitabı yazdığı yaştaymışım, ironik.  


7 Ekim 2015 Çarşamba

Akışına bırakmak!

Aceleyle hazırlandım üzerime kalın bir şeyler mi giysem emin olamadım, balkona çıktım güneş vardı ve hava gayet güzeldi bende gömleğimin üzerine kot ceket giyip evden çıktım. Dükkana indim yine aceleyle bir şeyler yedim çünkü Ecem beni marinada bekliyordu, hem de benim işim için. Minibüsle uğraşmayayım inşallah 130 vardır dedim şansıma otobüs durağa gelmek üzereydi hemen çıkıp durağa geçtim, otobüsü gördüğüm anda aklıma şemsiyemi almadığım geldi ve ayağımda da converslerim vardı. Otobüse bindim Ecem'i aradım, şemsiyemi yanıma almadım yağmur yağarsa epey ıslanırım dedim. Ecem yok bir şey olmaz, yağmaz hemen merak etme dedi. Kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibi tam marina durağına geldik ki yağmur çiselemeye başladı. Belki bir umut hızlı hareket edersem olabilecek en düşük ıslanmayla kurtarırım diye düşündüm. Ama nerde o yol hiç biter mi sanki Edirne-Hakkari arası yol, git git bitmiyor. Birden yağmur hızlandı mı, sonrada sağanağa çevirdi mi! Geri mi dönsem acaba diye düşündüm ama ne otobüs ne minibüs ortalıkta yoktu zaten yola çıkana kadar da yine ıslanacaktım en azından marinada sığınacak bir dam bulurum umuduyla önce koştum sonra bacaklarımda ve ayaklarımda ıslanmamış tek bir nokta kalmadığına emin olunca koşmayı bıraktım, her şeyi akışına bıraktım aynı o capsteki gibi. Bi' de ağlanacak halime güldüm. Başımdan aşağı kova kova su dökmüşlerdi sanki. İlk gördüğüm yere sığındım. Kuru kalmayı başaran insanlar tabii ki de bana bakıyorlardı, yağmur yavaşlayınca battı balık yan gider diyerek Ecem'in yanına Alaçatı Muhallebicisi'ne gittim. Ecem içerdeydi ve ben o kadar ıslaktım ki içereyi kirletmemek için tentenin altında Ecem'in gelmesini bekliyordum ve o an bu yazıyı yazmama sebep olan orada çalışan kızdan, durumum göz önüne alındığında, hayatımın en saçma cümlesini duydum "ay rimeliniz akmış!" ve bunu söylerken gayet üzgün bir ifade vardı yüzünde. Halime baktığında üzülecek ve söyleyecek tek şey olarak bunu mu bulmuştu! Saçlarımdan sular damlarken kıza gülerek "keşke akan tek şey rimelim olsaydı" diyebildim ve parmağımı gözüme götürüp akan rimelimi sildim. Ecem geldi taksiye binip hemen eve gidelim dedim tabii o da olmadı, taksi yoktu ve beklemek zorunda kaldık. Çılgınca üşüyordum, kesin hasta olurum derken, Ecem "ilk defa sen marinaya gidelim dedin başına bu geldi sen daha gelmezsin buraya" dedi. ahahahaha evet ya ne gidicem bi' daha! (GİTTİ)

Son olarak akan rimelime üzülen kız selam ederim sana ve biline ki bu yazı sana! 

Not: "Yanıma neden şemsiye almadım ki puf!" şeklindeki üzüntüm çılgınca yağan sağnakta bir işime yaramayacağını anladığımda bitti. Belki plaj şemsiyesi olsa işe yarardı ama... ;)

Sevgilerimle,
Nihan 

4 Ekim 2015 Pazar

Pişt pişt burdayım!

Merhaba, 
Uzun zamandır bir şeyler paylaşmıyordum. Yazıyordum elbette ancak kendime saklıyordum. Hayatımdaki yeri oldukça önemli iki kişinin blogumu takip ettiklerinden haberdar olunca (stalklamanın böylesi) ve "en son Nisan ayında yazmışsın niye artık yazmıyorsun?" sözünü de duyunca önce bir şaşırdım sonra  çok mutlu oldum ve bir şeyler yazıp paylaşmak istedim. Hem onlar hem de diğer okuyanlar için. Ben burada kendi kendime takıldığımı düşünürken yazdıklarımı başkalarının sevipte takip etmesi o kadar güzel bir duygu ki anlatamam. Bazen yazdıklarıma dair hiç bir ilgisi ve merakı olmayacağını düşündüğüm kişilerin blogumu takip ettiklerini öğreniyorum, gerçekten çok mutlu oluyorum. Ayrıca geçmişte yazdıklarımdan da utandığımı belirtmek istiyorum. O yazıların üzerinden 5-6 yıl geçmiş beğenmemem normal, 5 yıl sonra da bu yazdıklarımdan utanacağım ( bu da dahil :D) ve bu döngü böyle devam edecek biliyorum! Neyse... Sözü çokta fazla uzatmayayım ve yeniden paylaşmaya başlamanın ilk adımını atayım!

Sevgilerimle,
Nihan 


30 Nisan 2015 Perşembe

Hoşçakal Nisan...

Kafamın içinden geçenleri yazmam mümkün değil. Gerçi ne başı ne de sonu var bu anlatamama halimin. 

Kelimelerin yarattığı etki bazen, karın ağrısı gibi saplanıp kalıyor. Bu yüzden yazmam mümkün değil.

Zamanın bendeki algısıysa yine, güneş altında ilerleyen bir salyangozun yolculuğundan farksız. Ben zamanı zaman da beni tüketiyor.

Hoşçakal Nisan...

28 Mart 2015 Cumartesi

Üç nokta, ...

Bir bank olmalı önünde ağaçlar uzanan ve o banka oturduğumda uzaktan da olsa denizi görebilmeliyim. Deniz olmazsa göl de olur o da yoksa su birikintisine bile razı olurum. Ama su olsun, lütfen! Tam ortasına oturduğum bankta not defterimi çıkartmalıyım. O an aklımdan ne geçiyorsa tereddüt etmeden yazmalıyım. Çünkü bazen insan kendi düşüncelerinden utanır, sıkılır. Ben sıkılmadan yazmalıyım. Kabullenmiş gibi... Kafamın içi sakinleşince etrafı seyretmeliyim ayrıntılı bir şekilde. Mesela gün ağarırken yağan yamurun toprağı çamura çevirip bir yaprak parçasını nasıl sarmaladığını ve şimdi güneş batarken kurumaya yüz tutmuş toprakta nasıl çürüyeceğini düşünmeliyim. Ya da on adım öteme konan bir karganın kanadından düşmek üzere olan tüyü seyretmeliyim. O kara tüylerinin arasında beyaza çalan bana komik gelen kısımlara gülmeliyim. Kanatlarını açıp çırptığında bir bir tüyleri dökülecek gibi hızla uçup gidişini seyretmeliyim. Geri gelmeyecek olmasının bende bir acı yaratmayacak oluşuna sevinmeliyim. (Belki o karganın komik ve bir o kadar da tatlı yürüyüşüne de takılabilirdim elbet. Evet, evet o da olabilirdi.) Oturduğum bankın yakında bir de çınar ağacı olmalı ve nemli gövdesinde yeşermekte olan küçük dal oturduğum yerden bana gülümsemeli. Bankta yalnız oturmalıyım ama yalnız hissetmemeliyim. Sevdiğim her şey ve herkes iki dudağımın arasında olmalı. Çağırsam gelecek gibi... Yüzüm gülmeli, tüm karanlık duyguların çekildiğini hissetmeliyim kuytulara, benden uzağa. Zaman yavaşlamalı ve ağırlaşmalı içimi sıkarak değil ama her şeyi algılayabilmemi ve zihnimi güzelce doyurabilmemi sağlayabilmek için. Bir nevi bana yardım gibi...  Sonra kalkıp oturduğum o pastel yeşili güzelim banktan beni huzura çağıran o yere, o eve yürümeliyim. Dilimde bir şarkı aklımda karganın kanadından düşmek üzere olan dibi beyaza çalan komik tüyü, ilerlemeliyim zaman akıp gitmiyormuş gibi acelesiz ve sakin...

Şimdi söylemeliyim şarkımı...

"Güneşin aynasında ben
Bende bir düş
Düşte bir çocuk, çocukta yol
Yolda toz, tozda avuç, avuçta kader
Kaderde sen, güneşte akşam oluyor
Ben düşünürken 

Düşüncemin çiçeğindesin
Yedi iklim dört mevsimdesin
Canımın yongalarında
Gölge gibi hep peşimdesin
Kırmızının kuytularında,
Yeşilin uykularında,
Karanfilin kokularında
Şebnem olur gider gözlerin

..."


Umudumu yitirdiğim ve daha birçok kez yitireceğim günlerin anısına gelsin. Üzüntüden hasta olduğum, aklımı toplayamadığım ve çıldırmak üzere olduğumu sanıp zihnimin en keskin gerçeğine toslayarak ne oluyoruz dediğim, çıkmaza sürüklendim deyip yola devam ettiğim anlarıma gelsin. Bir insanın en büyük düşmanı kendi zihninde kurduğu tuzaklara yenildiği andır, bunu idrak ettiğim her dakika için gelsin. Tüm yaşamım boyunca tanık olmadığım kadar ölüme şahit olduğum bir yıl için gelsin. İçimi yaka yaka giden o güzel insanın ardından kalbimde devam eden yas için gelsin. Daha dört gün önce gencecik bir kalbin nasıl durduğuna tanık olup içimi eze eze hayatın mutsuzluk için ne kadar kısa olduğunu tekrar anladığım o gün için gelsin. Geçmiş kavgasında kendimi sıyırmaya çabaladığım günlere, bugüne gelsin. İnsanların neden bu kadar bencil ve vicdansız olduklarını anlayamadığım her gün için gelsin. Zihnimde kararan düşünceler olmadan manzaraya takılıp kaldığım zamanlar için gelsin. Söylediğim bu şarkı bir yanı buruk ama tatlı melodisiyle, mutsuzluktan öldüğümüzü sanmayalım diye gelsin...


9 Mart 2015 Pazartesi

Yaklaşıyor...

Şimdi deniz kenarında olsam. Gökyüzü karanlık, yıldızlar berrak ve ay ışığı gözlerimi aydınlatırken şarkı söylemesem. Hüzünlü olmasın ama şarkılar, mutlu olsun içimde umudu yeşertsin,yeniden inanayım kendime ve benden gayrı her şeye. Çocuklar gibi şen olsam deniz, ay ve mutlu şarkılar sayesinde... Sonra inceden yağmur çiselese hafifçe, ıslatmadan. Ben ıslanmayı sevmem çünkü ıslanırsam üzülürüm, yüzüm düşer. Sonra koşmaya başlasam. Hatta hızımı alamayıp zıplasam. Koştukça gülsem, daha çok gülsem... ve mutluluğu o an çılgınca atan kalbimde hızla içime çektiğim nefeste hissetsem. Burnumun ucunun üşüdüğünü hissetiğimde huzur bulduğum yere doğru yürüsem. İçindeki sıcaklığı daha uzaktan penceresinden belli, yeşil kadife berjerin olduğu ahşap döşemeli eve... Ben eve girince yağmur hızlansa, cama vursa. Ben gözlerim parlayarak otursam masaya ve başlasam yazmaya o gün ne kadar mutlu olduğumu.

26'yı beklerken.