Nasıl başlamalı, ne söylemeli? Çok uzun zaman oldu yazmayalı
neredeyse 5 sene geçmiş son yazdıklarımın üstünden. Belki yeniden başlarım
düzenli yazmaya diye düşündüm, aslında
bunu doğru dürüst hiç başaramadım şimdi nasıl yaparım bilmiyorum. Artık zaman gösterecek...
Ne yazacağımı bilmiyorum, bugün nostalji yaptım ve eski
yazılarımı okudum. Bazıları gerçekten berbattı, bazıları da tekrar yazmaya
teşvik etti.
Ne anlatmalıyım? Aslında o
kadar fazla şey oldu ki ve olan her şeyin üstünden o kadar çok zaman geçti ki başı
ve sonu yok artık. Bu sebeple sana bugünden bahsedeceğim. Benim gibi bir geçmiş
sevdalısı için farklı bir başlangıç olabilir.
Öyleyse bugün bitirdiğim kitabı anlatabilirim. Elias Canetti'nin "Körleşme
" romanı. Kitabı 2015 yılında (yanlış hatırlamıyorsan Haziran
ayında) bir yaz günü Kadıköy'deki Alkım kitap evinden almıştım, oradan aldığım son kitap. Kitap hakkında çok fazla bilgi
sahibi değildim, Ahmet Cemal'in çevirdiği kitapları araştırırken denk gelmiştim
yani sırf Ahmet Cemal çevirisi olduğu için almıştım. Geçenlerde bir çevirmenin,
çevirileriyle ilgili gelen olumlu mesajların kendisini ne kadar mutlu ettiğini
okudum. O an neden Ahmet Cemal'e ulaşmadığım ve çevirilerini ne kadar çok sevdiğimi
söylemediğim için kendime kızdım. Ama kendimi onun karşında o kadar yetersiz
görüyordum ki cesaret edemedim. Şimdi kitabın yazarı, çevirmeni, kitapçı hiç
biri yok...
Kitap 565 sayfa, üç bölüm ve 30 başlıktan oluşuyor. Her
bölümde ayrı bir cinnet geçirme garanti çünkü insanların ne kadar kötü ve ahmak olabileceğinin sınırı yok. Kitabı ilk aldığımda 320 sayfa okumuş ve
bir şekilde bırakmışım. Nedenini hatırlamıyorum sanırım dikkatimin dağınık olduğu
bir dönemdi (bu dönemleri sayısı fazladır). Kitaptaki tüm karakterler
kendilerini beğenmiş ve bu beğenme durumu bir noktadan sonra sinir bozucu. Hiç bir karaktere sempati duyamadım, kurban olan karakter Kien'e bile... İlk başta sevsemde sonra o hisler yok oldu! An geldi öyle sinirlendim ki
kitabı kapatıp başka bir işle uğraştım. Hatta hepsi karşımda dursa da bir güzel paylasam ne kadar rezilsiniz diye, böyle hayaller kurup durdum. (Acaba Ahmet Cemal'in karakterlerle ilgili hisleri nelerdi?) Bu şimdi ne anlatıyor böyle diyebilirsin tabi,
kısaca kitaptan bahsetmek gerekirse; dört ana karakterin kendi akıllarına duydukları hayranlık, gerçeği öğrenme zahmetine katlanmadan doğru bildiklerine olan inançları ve kendilerinin
(hayat gayeleri neyse) en iyisine layık olduklarını düşünmeleri üzerine,
insanın kendine ve düşkünü olduğu "şeye" verdiği değeri abarttığında nelerin olabileceğinin anlatıldığı
bir roman. Kitaptaki ana karakterden ikisi kaçınılmaz sonlarının kurbanı
oldular ama kalan ikisi hiç gerçek bir darbe almadan sıyrıldılar ki ben onların
hak ettikleri sonu okumak ve hayal etmek isterdim.
Ayrıca kitabın filminin olmasını da isterdim. Kien'i bando
şefinden kaldığını düşündüğü 1 milyonluk mirasla kendi hakkıymışcasına daha ne kadar
çok kitap alabileceğini hayal ederken, Therese'nin kolalı mavi
etekliğiyle yürürken nasıl da tam 30 yaşında gösterdiğini düşünürken ve vasiyetnameye
öğretmeninin bile kıskandığı ve bu yüzden okuldan atılmasına sebep olan o güzelim
sıfırlarından 3 tane eklerken ki yüz ifadesini görmek isterdim. Fischerle'nin
Paris'e giden trenden 1.sınıf bilet alıp tren saati gelene kadar defterini
almak için eve giderken, 6 saatte öğrendiği mükemmel İngilizcesinin üstünden nasıl geçtiğini dinlemek
isterdim. Tabi kapıcı Pfaff''ın da Theresianum'da çıkan kavgada polise yakalanmaları sonucunda nasıl yan çizdiğini görmek eğlenceli olurdu.
Çok uzattım, özellikle bu ara bu tarz konulara fazla taktığım için olabilir.
Son olarak bir insanın hakkı olmayan bir şeye göz dikmesinden daha katlanılamaz olan, hakkı olmayan o şeyi kendisine hak olduğuna inandırmasıymış!
Not: Şimdi fark ettim kitabı aldığımda Elias Canetti'nin kitabı yazdığı yaştaymışım, ironik.